Ah, sevgili okur! Gel seninle öykülerin gizli bahçesinde dans edelim bugün. Bilirsin, bazı öyküler koşarak gelir insanın aklına – tıpkı o sevgilinin peşinden nefes nefese koştuğumuz zamanlardaki gibi. Sözcükler ardı ardına diziliverir, punto punto, virgül virgül… Dur durak bilmez, “Nereye gidiyorsun?” diye sormaya bile vakit bulamazsın. İşte tam da böyle bir öykünün peşinden gidiyorum şimdi, sen de gel!
(Dur bir dakika, nefes alayım…)
Bak, şimdi yürüyoruz. Ağır ağır, sindire sindire… Her sözcüğün tadına vararak, her cümlenin kokusunu içimize çekerek. Tıpkı bahar sabahı parkta yürüyüşe çıkmış emekliler gibi. Ya da ilk kez şehre inmiş bir taşralı gibi, vitrinlere baka baka, sokak tabelalarını heceleyerek… Öykünün bu ritmi bambaşka, değil mi? Sanki bir Çehov öyküsünün içinde gibiyiz – nereye gittiğimizi bilmesek de, yolun kendisi bile büyülüyor bizi.
Ama dur! Şimdi dans ediyoruz.
(Bir, iki, üç… Bir, iki, üç…)
Sözcükler vals yapıyor kağıdın üzerinde. Bazen bir tango kadar tutkulu, bazen bir zeybek kadar vakur… Joyce’un “Dublinliler”indeki o sarhoş adam gibi sendeleyerek de ilerleyebilir cümleler, Borges’in labirentlerinde kaybolmuş bir matematikçi gibi geometrik şekiller çizerek de…
[Sayın okur, burada küçük bir mola verelim. Çay? Kahve? Yoksa direkt metne devam mı edelim?]
Şimdi sana bir sır vereceğim: Her yazarın kendine has bir ritmi vardır. Kimi sabah koşusuna çıkmış bir atlet gibi yazar – Hemingway’i düşün. Kimi sokak sokak gezen bir flanör gibi – işte Pamuk burada. Kimi de dans pistinin tozunu attıran bir dansöz gibi – Sevgi Soysal’ı hatırla.
Ben mi? Ben bazen koşarım sözcüklerin peşinden, bazen yürürüm onlarla el ele, çoğu zaman da dans ederim – tıpkı şu anda seninle dans ettiğim gibi. Çünkü yazı da hayat gibidir sevgili okur: Tek bir ritimle yaşanmaz, tek bir tempoyla yazılmaz.
[Bu arada, fark ettin mi bilmem, şu ana kadar üç farklı ritimde yazdım. Hangisi hangisiydi, bul bakalım!]
Bazen öyle anlar olur ki, öykü seni alır götürür. Sen mi yazıyorsun, o mu seni yazıyor, bilemezsin. Tıpkı iyi bir dans partnerinin kollarında kaybolmak gibi… Ya da koşarken yakaladığın o ikinci nefes gibi… Belki de sahilde, martıların çığlıklarını dinleyerek attığın o düşünceli adımlar gibi…
Ve işte sevgili okur, dans sona eriyor. Koşu bitiyor. Yürüyüş son buluyor. Ama ritim? O hep devam ediyor. Çünkü hayat bir ritimler senfonisi ve öyküler de bu senfoninin en güzel notaları.
[Son bir sır: Bu denemeyi yazarken üç fincan kahve, iki tas çorba ve sayısız iç monolog tükettim. Ama en çok da senin varlığından güç aldım, sevgili okur. Çünkü her öykü, her deneme, aslında bir diyalogdur – seninle benim aramda süren bir dans…]
P.S. Eğer bu denemeyi okurken başın döndüyse, kusura bakma. Ben de yazarken hafif sersemledim. Ama iyi dans böyle olur zaten, değil mi?
Ursula Le Quin’İn yazısından derlenmiştir

Yorum bırakın