Edebiyat dünyamız bu hafta sessizleşti. 15 Temmuz’da 82 yaşında kaybettiğimiz Pınar Kür, yalnızca sayfalarında kalan sözleriyle aramızda artık. Bir yazarı yitirmek, sanki onun yarattığı tüm karakterlerin de birdenbire öksüz kalması gibi bir şey; ama Pınar Kür’ün sözcükleri öyle güçlü ki, onun yokluğunda bile direnmeyi sürdürüyor.
Yaz gecelerinin sıcaklığında, pencerelerden süzülen keman seslerini dinlerken düşünüyorum onu. Belki de “Küçük Oyuncu”nun sahnelerinde gördüğümüz o çocuksu masumiyet ve acı birlikteliği, Pınar Kür’ün yazarlığının ta kendisiydi. O da tıpkı küçük bir oyuncu gibi, yaşamın sahnesinde rol yaparken aynı zamanda onu sorguluyor, eleştiriyor, dönüştürmeye çalışıyordu.
1979’da “Yarın Yarın” romanıyla ilk kez sesini duyurduğunda, ilk dört romanı için toplatma kararı çıkmıştı. Çünkü Kür, yazarken korkmuyor, toplumsal yaraları açığa çıkarırken çekinmiyordu. Tıpkı o yaz gecelerinin keman seslerinde saklı hüzün gibi – güzellik ve acı iç içe, ayrılamaz.
“Asılacak Kadın” romanı, onun hem edebi hem de politik manifestosu gibiydi. Bu roman, kadın bedeninin nasıl bir savaş alanı haline getirildiğini acımasızca gözler önüne seriyordu. Ama o acımasızlıkta bile bir melodi vardı – tıpkı gecelerin derinliklerinden yükselen keman telleri gibi, hem yaralayan hem de iyileştiren.
Pınar Kür’ün sanatında cesaret vardı – en çok da kendi iç sesini duyma cesareti. Kadın hakları, toplumsal cinsiyet, bireysel çatışmalar ve tabu sayılan konulara cesurca yaklaşımıyla edebiyat dünyasında kendine sağlam bir yer edindi. O, yazmayı yaşama benzetir, her cümleyi bir nefes gibi kurar, her karakteri kendi ruhundan bir parça koparmış gibi yaratırdı. Küçük oyuncular gibi, büyük sahnelerde büyük dramları oynayan ama aslında hâlâ çocuksu bir merakla dünyayı keşfeden ruhlar…
Şimdi yaz geceleri penceremi açtığımda, keman sesleri arasında onun sesini de arıyorum. Çünkü büyük yazarları kaybetmek böyledir – sadece bir kişiyi değil, bir bakış açısını, bir ses tonunu, bir duruşu kaybederiz. Pınar Kür’ün yokluğu, Türk edebiyatında açılan bir boşluk gibi hissediliyor. Tıpkı orkestradan çıkarılmış bir enstrüman gibi – melodinin bir parçası eksik artık.
Ama belki de o, zaten ölümsüzlüğü yazmayı öğrenmişti. Belki de “yazmak, direnmektir” dediği gibi, sözleri bizim içimizde yaşamaya devam edecek. Her “Asılacak Kadın”ı, “Küçük Oyuncu”yu yeniden okuduğumuzda, her her yaz gecesi keman seslerini dinlediğimizde, onun sesi yeniden canlanacak. Çünkü sanat böyle bir şey – kaybolmayan, sürekli yeniden doğan bir melody.
Pınar Kür’e veda ederken, aslında onun bize öğrettiği şeyi hatırlıyoruz: Yazarak varolmak, sözcüklerle direnmek, sessizlik karşısında ses olmak. Küçük oyuncular gibi sahneye çıkıp gerçeği oynamak, yaz gecelerinin keman seslerinde gizli olan o güzellik ve hüznü kelimelerle yakalamak…
Bu, onun bize bıraktığı en büyük miras.
Hüzünle, ama minnetle…



Yorum bırakın