Farkına varmadınız mı bunca zamandır? Kendime dokunuyor muyum diye sormak istedi galiba. Dokunmak müstehcen bir sözcük değil mi?
Farkındayım aslında, bir şeyler geçiyordu elime. Sorun olacağını düşünmedim hiç. Vücudum yapmıştı onu. Bana ihanet eder miydi bedenim, bana zarar verecek bir şey yapabilir miydi? Düşmanım mıydı o benim?
Başka bir doktor aramalı hemen, belki bir yanlışlık olmuştur. Telefonun ortasındaki boşluğa göğüs uzmanı yazıp ortaya çıkan listeden bir tanesini arıyor titreyen elleriyle. Yok, onun sorunu meme cerrahisiymiş. Göğüs başkaymış. Nasıl diyecek meme? Söylemesi bile bir garip.
Kendi mahallesine dönse rahatlayacak biraz. Oysa buralara gelmişken alışveriş yapmayı, annesine sevdiği pastadan almayı planlıyordu bir gece önce. Şimdi tek istediği, tıpkı yaralı bir hayvanın inine dönmesi gibi, bir an evvel evine gitmek; şu sevimsiz binadan, kalabalık caddeden uzaklaşmak.
Telefonun sesiyle irkildi. Sultan Teyzesi. Tam açma tuşuna basacakken sessize aldı. Onun bitmeyen yakınmalarını dinlemeye hali yoktu. Hep aynı konular: aksi koca, tembel gelin. Bugüne kadar istemediği halde cevap vermeye sonra da saatlerce dinlemeye mecbur hissettiği onlarca görüşme kayıtlıydı telefonunda. Dedikodusu olmayıp her dert anlatana haklısın deyince ararlardı tabii.
Boşuna kaybettiği saatleri düşününce niye diye sordu kendine. Niye cevap vermek zorundayım ki deyip telefonunu çantasına attı. Ayıp olmasın diyeydi. Ayıp, ayıp olmasın… Hayatına hükmetmesine izin verdiği yetmemiş miydi ayıbın? Yaşanabilecek nice güzel anlar bunun için heba olmamış mıydı? Daha geçen hafta annesiyle güzel havayı fırsat bilip vapur sefası yapacak, Büyükada’ya gideceklerdi. Geçerken öylesine habersizce uğramış teyzesine planlarından bahsedemeyip oturmuşlardı evlerinde. Ayıp olurdu ona. Oysa masmavi gökyüzü onları davet ediyordu.
Benzinliğin köşesindeki durağa geldiğinde arka arkaya geçen yeşil dolmuşlardan içinde oturacak yer olanını seçti. Kararsız havalardan biri. Bulutlar gelip geçiyor. Güneş, dursun mu, gitsin mi bilemiyor. Yağmur atıştırırken giydiği paltosu şimdi onu buram buram terletiyor. Başını dayadığı camdan uzanıp gelen güneş ışıkları gözlerini yakıyor. Her şey ne kadar da anlamsız görünüyor gözüne.
Reklam panolarındaki genişçe sırıtan tanınmış oyuncu sinirini bozuyor. Dolmuş dolmaya devam ediyor. Işıklarda karşıdan karşıya geçmekte olan onca insan. Herkes nereye gidiyor? Ne için uğraşıyor? Öleceklerinden haberleri yok mu?
Onun var. Artık var… Daha önce haberi olsaydı, hayatın bir gün sona ereceğini bilerek yaşayabilseydi… Ömrünü misafir ağırlamakla geçirir miydi hiç? Rahmetli babasından kalan miras, konukseverlik. Eş dost akraba kendi evlerinde pişirmeye üşendiklerini yemek için özledik diye çıkagelir. Tekrar tekrar kurulan sofralar. Mutfakta geçen saatler. Hiç olmazsa kendisi de yeseydi. Ne olurdu birkaç kilo fazlası olsa.
Keşke geçen gün bitirseydi tatlısını, kenarından alıp bırakmasaydı. Kilolu olursa yaşlı görüneceğinden korkardı. Yaşlanamayacaktı. Zaman yok yaşlanmaya.
Islanmaktan korkmadan yağmurda yürümek, giymeye kıyamadığı beyaz ayakkabıları ile çamurda zıplamak, özel günler için ayırdıkları takımları kullanmak, kırılacağından korktuğu porselende kahve içmek. Bunlara zamanı var mı? Kendisinin bu hayatta en özel misafir olduğunu şimdi fark ediyor.
Radyodaki tek düze ritimli, aynı saçma sözleri tekrarlayan pop şarkıcısı sonunda susuyor. Haber saati. Dolar yükselmiş. Bankadaki hesabı pula dönmüş demek. Hepsini çekse tatile çıksa. Neye yarar? Ne değişecek?
Annesinin elinden tutan lüle saçlı çocuğu görünce üst kat komşusuna kızdığı geliyor aklına. Çocuğu sabah erkenden yukarıda pat pat koşup uyandırıyor diye söylenirdi. Akşam yeniden uyuyacak olduktan sonra sabah erken kalkmakta ne vardı ki? Yeniden uyumaya çalışacağına kalkıp sabah serinliğinde yürüyüş yapsa fırından sıcak simit alsa kuşların sesini dinlese okula giden çocukları izleseydi.
Ayrılmak istemiyor bu dünyadan. Daha dün sıkıcı bulduğu, bugün ona nasıl da çekici geliyor. Ne garip… Eninde sonunda bu dünyadan göçüp gideceğini bilmiyor muydu? Her cenazede aslında kendi ölümü değil miydi ağladığı?
Gitmek diye bir şey vardı.
Ayşegül Gezgin
Not : halley dergisinde yayınlanmıştır

Yorum bırakın