Suskunlar Tımarhanesi

Ülkede müthiş bir telaş vardı. Kimse ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Herkesi bir kaygı, bir korku sarmıştı. Henüz işini terk etmemiş olanlar her seferinde farklı yollardan evlerine gidip gelmeye başlamıştı. Çalışma yaşamına son verip evlerine kapananlar kendilerini daha güvende hissediyordu ya da öyle sanmak istiyorlardı en azından. İktidarın tuhaf yaklaşımlarından bu şekilde kurtulacaklarını düşünüyorlardı. Yeniler, daha öncekinin uzun yıllar süren yönetiminde yaptıklarının tam tersini yapıyordu. Alışveriş için bile çıkmak kâbusa dönüşmüştü. Ya açlıktan ölecek ya da “ne olursa olsun” diyerek çıkıp gereksinimlerini karşılayacaklardı.

Başkentin birkaç kilometre ötesinde yeni bir yerleşim yerinin kurulmakta olduğu söylentisi yayılmıştı. Duvarları yapılmıştı önce. Olabildiğince büyük bir yer olacak gibi görünüyordu. Yok öyle villalar falan değil. Bahçeli de değil. Deniz kıyısı hiç değildi. Elli altmış kişinin bir arada yatıp kalktığı, tek tuvaleti ve ancak yetkililerin belirlediği sırayla kullanılabilecek banyosu olan koğuşlar olduğu söyleniyordu. Bir kanalın olduğu büyük bir televizyonun yer aldığı salon hemen bitişiklerindeymiş. O kanal yetkililerin duyurularını iletiyor, aynı zamanda yaptıklarını destekleyecek filmler yayınlıyormuş. Her koğuş kendi salonunu kullanabilirmiş ancak. Herkes gibi ben de merak ediyordum elbette neler olduğunu. Yetkililerden hiçbir açıklama gelmiyordu. Televizyon kanallarında bununla ilgili haber bulamıyordum. Arkadaşları da aramaya çekiniyordum. Kullanacağım sözcüklerin başıma iş açması kaçınılmazdı. Üstelik herkes beni sessiz bilirdi. Daha şaşırtıcı olan ise, benim gibi suskun arkadaşların çoğu sokaktan alınıp götürülmüştü. “İyileştirme merkezlerine götürüyoruz,” demişti yetkililerden biri. Bu açıklama karşısında hepimizin ağzı açık kalmıştı. Bildiğimiz kadarıyla arkadaşlarımızın sessizlikleri dışında hiçbir sıkıntısı yoktu. Aslında çoğumuz evlerimizdeyken istediğimizi konuşuyorduk. Dikkatli olmak koşuluyla elbette. Hatta çoğunlukla “yerin kulağı var” diyerek suskunlaşmış, beden dili kullanmayı geliştirmiştik. Daha önce katıldığımız beden dili kursları, “konuşmayı kısıtladığı” bahanesiyle yetkililer tarafından kapatılmıştı ne yazık ki.

Ne yapacağımı bilemiyordum. Kendimden vazgeçtim. “Çoluk çocuğun geleceği falan” diyerek düşüncelere dalıyordum. Bazen de televizyon karşısında şaşkın ve suskun oturmaya devam ediyordum. Yurt dışına gitselerdi, ne rahat olacaktık şimdi. Asıl ilginç olan, sokakta aylak aylak dolaşıp, bağıra çağıra konuşarak ağzına geleni söyleyeni değil, hiç ses çıkarmayanları topluyor olmalarıydı. Günler geçtikçe, toplanıp yeni bitmiş olan şehir dışındaki bölgeye götürülenlerin sayısındaki artış endişelerimi yoğunlaştırmıştı. Bunu gören bazı arkadaşlar eve dönerken ya da işe giderken bağıra çağıra konuşmaya, ağızlarına geleni söylemeye başlamışlardı. Suskunlar Tımarhanesi adı verilen gettoya gitmemenin çaresinin bu olduğunu düşünmüş olmalıydılar.

— Sen de yer ayırttın mı?

Tarkan’ın ses tonundan ürktüğü belli oluyordu. Arkadaşının da gelmesi ona daha iyi gelecekmiş gibi bir durum vardı.

— Panoramik gezi yapılacak otobüse mi?

Aslında yanıtı biliyordu Nizam. Meraklı olduğunu gizlemek istiyordu.

— Evet. Hafta sonu saat 14.00’te postanenin önünden kalkacak.
— O yeri ben de merak ediyorum aslında. Nasıl bir şehir kurdular acaba.
— Gel işte. Birlikte görürüz.

Nizam, Tarkan’dan izin isteyip telefonu kapattı. İki dakika sonra Tarkan’ı tekrar aradığında son kalan yeri ayırttığını söyledi.

— Ya sizi gezdiriyoruz diyerek orada indirirlerse, Nizam…

Nizam’ın eşi ve çocukları oldukça endişeliydiler.

— Yok hayatım ya. O kadarını da yapmazlar sanırım.
— Bunlardan her şey beklenir. Sensiz ne yaparız sonra? Hem ne diye yapıyorlar bu geziyi?
— “Sonunuz bu olur” demek istiyorlardır.
— Susmamız niye onları rahatsız ediyor anlamıyorum ki.
— Doktorlar suskunluğun da içinde tehlike barındırdığını söylüyormuş. Yetkililer içimizden geçenleri bilmeliymiş. Kendimiz için de iyi olurmuş. Yoksa bir yerden patlak verirmişiz.
— Sevsinler! Bizi de düşünüyorlar yani. Rahat bıraksalar daha iyi olur aslında.

Panoramik gezi süresince iki arkadaş, gettonun sokaklarında dolaşanları kaygıyla izlemişlerdi. Onlar da otobüstekileri aptallaşmış görünen bakışlarla seyretmişlerdi. Gezi dönüşü ellerine tutuşturulan broşürleri evde incelemeleri söylenmişti. Yol boyunca izletilen videolarda, uzun süredir orada tutulan arkadaşlarının durumlarını görmek onları sarsmıştı. Kiminin yalvaran gözlerle bakışları, yanaklarının çöküklüğü, aklaşmış saçları, kiminin incelmiş bedenleri tekrarlanan görsellerde yer almıştı. Eve döndüklerinde çocuklar ve eşleri hemen sıkıştırmışlardı gezicileri.

— Ne anlatayım ki. Herkesin üzerinde gri renkli giysiler vardı. Sokakta tek başına dolaşmak yasak olduğu için en az ikişerli geziyorlardı.
— Mutlular mı?
— Bilmem ki. Pek anlaşılmıyordu. Ayrıca neden mutlu olsunlar ki? Ama tecritte kalanların çoğunun oldukça üzgün olduklarını söyleyebilirim.
— Tecrit mi baba?
— Evet ya, tecrit. Şimdilerde akıldan geçenleri okuyan aletler koydular ya her tarafa.
— Akıldan geçenleri okuyan alet mi var yani?
— Evet. Suskunluk hadi neyse de, bir de neler düşünüyoruz onu da anlamak istediklerini belirtmişti rehberimiz. Henüz çok gelişmemiş ama üzerinde çalışılıyormuş. Şu anda kullanılanlar sayesinde bazılarının düşüncelerini tehlikeli buldukları için sokakta dolaşmaları yasak.
— Hapis yani… İşe bak ya. Hem konuş diyorlar hem de…
— Neyin tehlikesiymiş bu?
— Ne olabilir sence? Yapılanlara karşı olanlar.
— Ee, hem konuşun diyorlar…
— Konuşacakları şeyi anlayınca da hapse koyuyorlar.
— Hapis dememeliymişiz. “İyileştirme merkezi” demek daha doğruymuş.
— İki bölümü var gettoların yani?
— Evet, iki bölümü var. Hapis— pardon, iyileştirme bölümünde ilaçla tedavi ediliyormuş insanlar.
— Fotoğraf çekseydiniz keşke.
— Sonra beni alıp gettoya atsınlar değil mi hanımefendi. Adamın biri yasağı bilmiyormuş, bir iki fotoğraf çekmeye kalkışmıştı. Anında otobüsten aşağı indirildi ve doğru tecrite.
— Gettoya da değil yani. Vay be. Tam bir korku cumhuriyeti oldu ülkemiz ya.
— Şşşt!

Son sözler, broşürün sağ üst köşesinde yer alan mavi-siyah bayrağa bakarak söylemiştik. Ortasında güneş resmi bulunan bayrağı kimin daha çok sevdiğine yönelik anlamsız tartışmalar dolaşıyordu ortaklıkta.

Bu açıklamalarım karşısında eşim ve çocukların şaşkınlığı ve kaygıları biraz daha artmıştı. Birbirimize sıkı sıkı sarıldık. Ağlamamak ve öfkeden dilimi ısırmamak için kendimi zor tutmuştum. Beni en çok şaşırtan durum da bu gelişmeyi görmek istemeyen, körlük durumuna sarılmış arkadaşlarım olmuştu. Bu kadar aymazlığa anlam vermek çok zor. Bunları düşünürken kapının çalınması karşısında hepimiz donduk kaldık. Gecenin bu saatinde kim olabilirdi? Beni almaya mı gelmişlerdi? Evin durumu ne olacaktı bu durumda? Yoksa otobüste gezerken düşüncelerim kayıt altına mı alınmıştı? O kadar da düşünmemeye çalışmıştım oysa. Büyük bir gözaltından öte bir şey bu. Aynı anda çalan telefon daha da kaygılandırdı bizi. Eşim telefonunu eline almış, karşıdakini ağzı açık, elini dizine vurarak dinliyordu. Otobüste yan yana oturduğumuz arkadaşımın eşiydi arayan. Kapıyı açmaya yöneldiğimde çocuklar engel olmaya kalktılar ama daha büyük işleri davet ediyor olabilirdik. Tüm cesaretimi toplayıp kapıya yöneldim. Eşim bir eliyle telefona sıkı sıkı sarılmış, diğer eliyle de gözyaşlarını siliyordu.

Hamit Ergüven

Yorum bırakın