Kırılganlığın, Direncin ve Sanatın Yüksek Sesi: Üç Ayaklı Kedi ve Vicdanın İzinde -Zihni Han

Bienaller, genellikle estetik bir şölen, entelektüel bir ziyafet olarak algılanır. Ancak bazen öyle bir bienal çıkar karşımıza ki, sergilenen işlerin güzelliğinden veya teknik ustalığından öte, yüreğimize dokunan, vicdanımıza seslenen ağır bir yük bırakır. 18. İstanbul Bienali, “Üç Ayaklı Kedi” temasıyla tam da bunu vaat ediyor: Kırılganlık içindeki direnci, düşe kalka ilerlemeyi ve en önemlisi, sanatın susmayan yüksek sesini.

Zihni Han’ın en üst katı, Lübnanlı sanatçı Marwan Rechmaoui’nun Güneşi Kovalamak adlı yerleştirmesine ayrılmış. Rechmaoui, çocuk oyunlarını toplumsal hiyerarşiler ve çatışma düzenleri üzerinden bir mercek olarak kullanıyor; her oyunun kendi kazananları ve kaybedenleri olduğunu, kaybedenlerin sembolik olarak “öldürüldüğü” imasıyla oyun ile savaş arasındaki paralellikleri araştırıyor. Sergide, sanatçı heykelleri ve oyunları, zeytin ağaçları, bulutlar, tahterevalliler, salıncaklar, yelkenliler ve kocaman bir oyuncak at ile bir araya getiriyor. Rengârenk ve sadeleştirilmiş formlar, izleyicide oyunun dolaysız neşesini çağrıştırırken, ardındaki rekabet, çatışma ve toplumsal kutuplaşma mesajlarını da hissettiriyor

Bosnalı Roman sanatçı Selma Selman’ın işiyle çarpıcı bir şekilde gelir. Eski bilgisayarların parçalarından, sağlık pahasına altın ayıklayan ailesinin hikayesi… Tüm o bilgisayarlardan çıkan altından dökülen çay kaşığı…Bu, sadece elektronik atık ve geri dönüşümün hikayesi değil; hayata tutunma, var olma mücadelesinin metaforudur. Bu iş, dünyanın bir ucunda, sistemin kenarında kalmış insanların görünmez emeğini gözler önüne serer. Bu hikaye, sizi asıl bienalin kalbine hazırlayan önemli bir duraktır.

Çünkü 18. İstanbul Bienali’nin en güçlü, en acımasız, en vazgeçilmez sesi, Filistin’den yükseliyor. Gazzeli sanatçı Sohail Salem’in “Filistin Günlükleri”, serginin adeta kalbine yerleştirilmiş bir vicdan mıhı gibi. “Cehennem” ile eş anlamlı olarak anılan bu iş, bienalin sadece bir sanat etkinliği olmadığını, aynı zamanda politik ve insani bir duruş, bir haykırış olduğunu gösteriyor. Burada sanat, estetik kaygıların ötesine geçiyor ve bir tanıklığa, bir direniş aracına dönüşüyor. İzleyiciyi, Gazze’de yaşanan insanlık trajedisinin unutulmuşluğuna ve bu trajedinin sanat yoluyla ifade edilişindeki aciliyete davet ediyor.

“Üç Ayaklı Kedi” teması, işte bu noktada anlamını tamamen buluyor. Filistin, tıpkı üç ayağıyla hayata tutunmaya çalışan bir kedi gibi, inanılmaz bir kırılganlık ve aynı zamanda olağanüstü bir direnç sergilemiyor mu? Her şeye rağmen ayakta kalmaya, yürümeye, yaşamaya çalışmak… Bienal, bu metafor üzerinden bize şunu soruyor: Biz, sanat izleyicileri, dünyanın bu acıları karşısında kaç ayak üzerinde duruyoruz? Yıkıma seyirci mi kalıyoruz, yoksa sanatın bu vicdani sesine kulak verip, onunla birlikte haykırabiliyor muyuz?

Elif Saydam’ın misafirperverlik teması, bu bağlamda bir davete dönüşüyor: Hepimizi insan olmanın, dayanışmanın sofrasına çağırıyor. Abdullah Al Ssadi’nin taştan yapılma flip flop’ları ise yürümenin, yol almanın ne kadar ağır, ne kadar sancılı olabileceğinin bir göstergesi. Tüm bu işler, birbirine eklemlenerek büyük bir resmi tamamlıyor: Kırılgan dünyamızda, adaletsizlik karşısında, sanatın sesi yankılanıyor.

İstanbul Bienali, izleyicisinden sadece “beğenmek” veya “anlamak” değil, “hissetmek” ve “sorgulamak” istiyor. Celina Eceiza’nın yastıklarına uzanıp huzuru hissettikten sonra, Sohail Salem’in “Filistin Günlükleri” ile sarsılmak; Selma Selman’ın ailesinin mücadelesine tanıklık ettikten sonra, taş flip flop’larla yürümenin ağırlığını omuzlarında hissetmek… Sanat, işte tam da bu yüzleşmeler için var. Üç Ayaklı Kedi, sadece İstanbul’un değil, tüm dünyadaki kırılgan hayatların, direnen seslerin ve sanatın değiştirme gücüne olan inancın bir simgesi olarak, Tophane’den, Karaköy’den tüm dünyaya haykırıyor: Susmayın, duyurun, sanatın gücüne inanın.

    Yorum bırakın