Arkamdan bir ses geldi:
— Kız, bu ne donla dolaşıyon!
Arkamı döndüm; Arapgir’in dar, taş döşeli sokağında, ayağında pembe çiçekli şalvarı, başında beyaz tülbentiyle gülümseyen bir kadınla göz göze geldim. Gözleri pırıl pırıldı. Bizim elimizdeki fotoğraf makinelerine bakıp sordu:
— Ne çekiyonuz bakayım?
Sonra benim beyaz şortuma baktı, gülerek ekledi:
— Benim şalvarımı da çekecekseniz, üstüne yazın: Köy modası!
Biz gülüştük, açıklamaya çalıştık:
— Eski evleri, sokakları fotoğraflıyoruz.
— Eee, hadi bizim eve de gelin o zaman, dedi, elindeki oklavayı havaya kaldırarak.
— Hem yufka yapıyoruz, hem soğuk reyhan şerbeti var!
Önce nazlandık, “vaktimiz yok,” dedik ama laf anlatmak ne mümkün!
— Köyümüze gelmişsiniz, yiyip içmeden göndermem!
diyerek neredeyse kolumuzdan çekiştirdi.
Evi küçüktü ama misafir girince büyüyordu sanki. İçerisi un kokuyordu. Pencere kenarında bir yufka bezi, duvarlarda kendi elleriyle desenlemiş sıvalar*, bir köşede torunlarının fotoğrafları, bir diğeri de eski bir düğün pozu. Kadın hem hikayeler anlatıyor hem de “biraz daha yiyin” diyerek sürekli ikram ediyordu. Kavun kesmek için mutfağa gittiğinde, perde arkasından yayılan kavun kokusu, saçta pişen yufkanın kokusuna karışıyordu.
Birden kapının çıngırak sesini duyan kadın mutfaktan yüzü allak bullak dışarı çıktı. Kapıda genç bir adam duruyordu. Yüzü asık:
— Kız ana gene mahalleyi toplamışsın o tatsız tuzsuz yufkaların için.
Kadın önce gülümsemeye çalıştı, sesi ince bir ip gibi gerildi.
— Misafir geldi… diyebildi.
— Misafir! Sen hâlâ anlamıyorsun değil mi? Bu evi sattıracağım. Ne yufkası, ne şerbeti… Bırak artık şu işleri.
Hiç beklemeden arkasını dönüp gitti. Kapının çıngırağı bu kez daha acı bir ses çıkardı.
Kadın birkaç saniye kapının önünde öylece kaldı. Sonra yavaşça içeri döndü. Biraz önce pırıl pırıl parlayan gözleri bir anda bulutlanmıştı.
— Bu oğlan hayırsız çıktı, dedi kısık bir sesle.
— Gelin de çocukları aldı babasının evine gitti. Babası ölünce neyimiz var neyimiz yok sattırdı. Bir bu evle küçük tarlamız kaldı. Şimdi onları da satmak istiyor. Direndikçe beni kötü belliyor.
Kısa bir sessizlik oldu. Biz de ne diyeceğimizi bilemedik.
— Amanın sıkman canınızı, her şey olacağına varır. Bakalım…
deyip tekrar şakımaya başladı.
Görünüşte yoksuldu ama gönlü zengindi. Yaptığı her şeyi bir şölene dönüştüren bir hali vardı. Biz giderken elimize birer yufka, birer kavun tutuşturdu.
— Bu kavunlar bizim tarlanın, dedi.
— Boş dönülmez, adet değildir.
O an birden annem geldi aklıma.
Annem yıllardır hastaydı; artık mutfakta fazla ayakta duramıyor. Düşmesinden korktuğumuz için bir şey yapmasına izin vermiyoruz. Önceleri gizlice çorba karıştırır, yemek yapardı ama son iki yıldır iyice zorlanıyor. Biz yemek götürüyoruz, alışverişini yapıyoruz ama hiçbir şey onun için “kendi yaptığı” kadar anlamlı değil.
Doktor “fazla yorulmasın ama elinden geldiğince kendi işini yapsın,” demişti. O yüzden sadece fasulye ayıklamak, soğan doğramak gibi kolay şeylere izin veriyoruz. Mutfak sandalyesine oturur, sessizce ayıklar, parmaklarının arasında kırılan fasulyelerin çıtırtısı evi doldurur.
Bir gün pazara giderken:
— Bana bir incir al, dedi.
— Anne, incir sana yasak, dedim.
— İyi, sen bilirsin, deyip sustu.
Ama içim elvermedi, aldım.
Ertesi sabah gittiğimde, mutfakta iki küçük boş kavanoz duruyordu.
— Anne, bu reçeller ne?
— Şekeri nereden buldun?
diye sordum, biraz da öfkeyle.
Cevap vermedi. Sadece kavanozları doldururken elleri titriyordu. Sonra yavaşça söyledi:
— Ben her sene şeftali, çilek, incir reçeli yapardım.
Düşmekten daha beter, sevdiğin şeyleri yapamamak.
Sonra da ekledi:
— Ben kendim yemiyorum, sizin için yaptım.
O an sustum.
O kavanozlardan birini aldım. Eve döndüğümde ekmeğe biraz sürdüm. Tadı hem yakıcı hem çok tatlıydı. Şekeri fazlaydı, belki ölçüsünü unutmuştu ya da fazla kaynatmıştı.
Ama o reçelin içinde ellerinin izi, inadının sıcaklığı, yaşama tutunma çabası vardı.
Bazı kadınlar konuşmaz; elleriyle, sabrıyla anlatır kendini.
Onlar için yaşamak, bir yufka açmak ya da bir kavanoz reçel kaynatmak kadar sessiz ama bir o kadar anlamlıdır.
Aydanur Atamdede
Dipnot
Kadınlar, öncelikle evlerin duvarlarını yöresel yöntemlerle hazırladıkları çamur sıva ile kaplıyor. Ardından badem ağaçlarından özenle toplanan reçineleri havanda dövüp kaynatarak doğal bir vernik elde ediyorlar. Bu vernik, sıvanın üzerine sürülerek hem dayanıklılığı artırıyor hem de yüzeye parlaklık kazandırıyor. İşin en dikkat çeken kısmı ise “çarpma toprağı” adı verilen özel karışımla yapılıyor. Parmak uçlarıyla uygulanan desenler, her yapının kendine has karakterini oluşturuyor. Bu yöntem sayesinde duvarlar, yıllara meydan okuyan dayanıklılığın yanı sıra, eşsiz görsel zenginliğe kavuşuyor.
.

Yorum bırakın