Balkonda Nöbet

Avludan gökyüzünü seyrettiği son gece. Yıldızlar yorgun, ay sönük. Tamam, davul zurnayla çıkacak değil mahpustan; o filmlerde olur ancak. İyi de nereden, nasıl başlanır ki al baştan yaşama? Demir kapının sesini dışarıdan duyacak. Ne garip. Bitti işte. Beş yıl, sekiz ay, on gün, dibine kadar yaşandı, bitti. “Reyhan Ülkü, ziyaretçin var,” diye görüşe çağrıldığı ilk zamanlar, hayvanat bahçesindeki hayvanların görebildiklerini kendininkiyle karşılaştırırdı. Sonra dışarıdaki tel örgüler geldi, içine kuruldu, pas tutacak kadar.

Son gecesinde günlüğündeki sayfaya sadece tarih attı, yazısız. Yatakta dolandı durdu. Başucundaki plastik taburenin üzerinde tahliye kararı yazısı. Baktıkça kalbi lime lime. Annesi göremedikten sonra iyi halli yazsa da boş, yazmasa da. Sabah koğuştaki arkadaşlarını sımsıkı kucakladı. Ana yola ulaşana kadar yürüdüğü patika yolda ayakları toprağı, gözleri betonsuz çayırı garipsedi. Otobüs durağında üç beş insan. Elleriyle iki kolunu sıvazladı. Yok, böyle olmayacak. Bir şeylerle oyalanır gibi davranmalı. Çantasının fermuarıyla oynadı. Montunun yakasını kaldırdı, indirdi. Kısacık saçlarını habire kulak ardına itti. Yaklaşan minibüs durdu, bindiler.

“Tren garı ne kadar?”
Sesi bile yabancı. Sağ omzunun üzerinde para uzatan eli fark etti. Arkasını dönmeye çalıştı.
Yolcu, “Hanımefendi, çarşı durağı diyorum kaçtır, uzatır mısınız parayı?” dedi.
Ne bilsin sağ kulağının yumruklarla sağır edildiğini.
“Duymadım.”
Başını dayadığı pencerede görüntüler peş peşe aktı. Elektrik direkleri yol boyunca sınır olmuş. Şehre yaklaştıkça gecekondular azaldı, tek tük apartmanların sayısı arttı. Seher mektubunda, “Meydanda büyük cami var, tren garı onun karşısında,” diye yazmıştı. “Önce bana gel, teklifsizce kal biraz. Kendine gelirsin. Sonra babanın yanına gidersin.”

Hayır, doğrudan memlekete gidecek. Doğduğu, yirmi yılını geçirdiği şehre elbette bir başına dönebilir. Cesaretini de teslim almayı bilir. Trenin kalkmasına iki saat var. İstasyonda, avluda volta atar gibi dolandı. Hızlı hızlı yürüdükçe düşünceleri hafifledi, adımlarına uydu. Bankta oturan yolcular niye ona bakıyor ki? Bir acayiplik mi var üzerinde? Büfeye ilerledi. Gözleri otomatiğe bağlanmışçasına dergi aradı. Eski alışkanlık. Yılların dergicisi. Lisenin ilk yılında, kendi gibi dergi aşkıyla yananları bulmuştu. Altı yıl, adı değişse de inancı değişmeyen dergilerdi onlar. Büfedekilerse bol renkli, parlak kapaklı. Bahçeli evler, davet sofralı masalar. O yaşamlar parladıkça bizlerinki soldu ama. Kendilerininki hayatın ta kendisiydi. Yayınevini toza dumana boğdular. Arkadaşları iyi midir? Sırra kadem bastılar. Ne haber geldi ne de ziyaret ettiler. Şimdi böyle sayfalarla dolu dergiye yazı gönderse basılır mı? Babasının “Siz kendinizi kurtardınız da dünyaya mı kafa tutuyorsunuz?” diye burun kıvırdığı yazıları bekleyen binlerce gençtiler. Gazetelere göz gezdirdi. Ekmek zammı kapıda yazıyor, başka manşette işçinin hakkını yiyenin alnını karışlarım. Söyleyense ana parti lideri. Hiç ağzına yakışmayacak laflar. Yalanlara devam anlaşılan. Sözde işçi fabrikaya ortak edilecekmiş. Bu bambaşka, bilmediği dil tüylerini diken diken etti. “Sizin düzeniniz kumdan inşa edilmiştir,” demedi mi o devrimci Polonyalı kadın?

Kalkış saati geldiğinde tren koltuğuna yığıldı. Zoru atlattı saydı kendini. Bulanık gökyüzü ve vagondaki yolcuların uğultusuyla baş başa. Hararetle konuşan, öksüren, daha ilk saatte horuldamaya başlayan insanlar. Solunda oturan yaşlı kadın, ayaklarının arasındaki kabarık poşeti düzeltti. Annesi yaşlarında olsa gerek. Reyhan valizsiz, telaşsız. Bu, nereden çıktığına işaret midir? Alnında mı yazıyor? Uyusa keşke, hiç ona soru sormasa. Kimlerdensin, Diyarbakırlı mısın, çoluk çocuk? Tren tıkırtısı, başına vuran ağaçkakanın gagası tak taka tak. Gayretli, yorulmaz dinlenmez, hep iş başında.
“Pişman mısın? Örgütün başı kim? Konuşmazsan koğuşa bırakmayız.”
“Komutanım, bunu ne yapalım? Bayılmış.”
“Örgüt üyelerinin ismini vermeden revire mevire yollamayın.”

Taş zeminde büzülüp kalmıştı. Saçları kana, idrara bulaşmış. Midesi, bağırsakları, çene kemiği, ne varsa içinde hepsi vücudundan ayrılmış. Korkacak ne kaldı ki? Korkunun bu kuytuda beş paralık hükmü yok. Ayağa kalkabilse, aynı hizaya gelse gözlerinin ta dibine kadar bakacak. Onlar utansın. Bundan sonra artık ne olsa dayanırım, dedi. Söyleyecek, söylenmeyecek ne varsa içinde. Aynı adamlar sonra pardon dediler. Koğuşa alınacakmış. Devlet affediciymiş.

Başını dayadığı cam soğuk. Dışarıyı izledi. Hava yorgun, ağır, gri. Kirli bir sisin ardında sıska, kuru ağaçlar. Elini boynuna götürdü, tutulmuş. Dişlerini sıkmaktan çenesi ağrıyor. Sanayi bölgesinden geçiyorlar. Fabrikaların bacalarından çıkan dumanlar havada asılı kalmış. O tüten bacalar, alınmamış hak kadar dimdik, bekleyişte hâlâ. Kulağı trenin şaşmayan ritminde, gözlerini kapattı.

İlk görüş günü. Kulağı anonsta. Bunca yol falan dinlemiyor içi, gelsinler de nasıl gelirse gelsinler. Gençlik işte. Babasıyla dayısı gelmiş. Annesi yola dayanamadı dese, yok, başka bir şey var hallerinde. Güya içeride yatan Reyhan değil de onlar.
“Baba ben iyiyim, geçti. Merak etme. Annem yok mu?”
Baba gözünü kızına dikmiş, donuk bakıyor.
“Dayı, anneme ne oldu? Niye gelmedi?”
Dayısı konuşabildi. Baba sanki ilk kez duyuyor gibi şaşkın. Reyhan’ı aldıklarından beri annesi balkondan içeri girmez olmuş. Say ki nöbette. Üç gün, beş gün, bir hafta. Kaç kez orada uyuklamış, yatağa gitmeyi reddetmiş. Başını yastığa koymayı kızına ihanet bilmiş. Aklınca duayla, tesbihle onu kollayacak. Onuncu günde öksürmeye başlamış. Öksürdükçe ağzında ciğeri taşacak sanmışlar, öyle fena ses.
Reyhan anlamadı. Ciğerleri su toplamış. Elleri, dudakları mosmor. Doktor “Karda mı yattın teyze sen, ne yaptın?” demiş. Oksijen tüpüne bağlıyken hep sayıklamış. “O gelmeden gözlerimi yummam,” diye.
“Yani? Sonra iyileşti değil mi annem?”
Dayısı kendi kendine sayıklar gibi yanıtladı: “Başta iyileşti sandık. Sonra kriz geçirdi, kalbi çok yorgun düşmüş meğer. Anneler Günü’ydü. Kaybettik.”

Babası başını hiç kaldırmadı. İki eliyle tuttuğu şapkasını ağır ağır döndürdü. Aralarındaki tel örgü, hapishane duvarları, görüşe gelenler… Duydunuz mu gerçekten? Yok, imkânı yok. Kulaklarını kapattı. Dondu kaldı. Çığlığı uğultulu salonda bütün sesleri susturdu. Dizlerine büzüldü, kollarını küçücük kalacak kadar kendine sardı. Dişleri zangır zangır.

Yanına gelen memuru görmedi, duymadı. Kadın eğildi:
“Kendine gel,” dedi. “Görüş bitmiştir.”
Dayısı ayağa kalktı. Sandalyeden güç almaya çalışarak ayaklandı sonra. Ayrılırken görevlinin koluna girdiği kızının gözlerine baktı.
“Söz dinlesen ölür müydün?”

Sonrasını Seher’den dinledi. Bayıldığını, onu revire yatırmak için çok mücadele ettiğini, kaskatı vücudunu iğnelerin gevşetemediğini. Arkadaşı günlerini “Senin suçun değil,” diyerek geçirdi, onu tek başına tuvalete bile göndermedi. Geceler boyu kullanılmaktan lime lime olmuş sözler, aylar sonra Reyhan’a ulaşabildi. İçine lök gibi çökmüş onlarca, yüzlerce soru.

Aniden sıçradı. Şakır şakır anahtar sesi. Yolcunun biri yere düşürdüğü anahtarlığı cebine koydu. İnsanların gidecek ne çok kapısı var. Yengesi yazmıştı. Babası evi satmış, devlet hastanesinin yakınında kiralık ev tutmuş. Eski evin balkonunu, mutfağını, askıdaki giysileri, başörtüsünü görmeye dayanamıyormuş. Dükkânı da kapatmış. Kimse ondan dikiş istemez olmuş, top top canım kumaşları eşe dosta hediye etmişler. Eski apartmanlar yıkılıp yenileri yapılırken onlarınkine hiç talip çıkmamış. Kazulet gibi duruyormuş. Mektubu “Perşembe günü indiğin saatte dayınla garda olacağım. Sen merak etme,” diyerek bitirmiş.

Sivas’ın köylerinden geçiyorlar. Yıkık dökük taş duvarların ardında beyaz sıvalılarla çevrilmiş taş evler, pencereden çıkan soba boruları, kuru otlar, tek tük traktör. Daha varılacak çok durak, dayanılacak akraba, duyulacak söz var. Gidilecek ev yok ama. Niye Seher’in yanına gitmedi ki? Babanın ziline nasıl basacak? Yeniden başlanacak ilişkiler vardır ya da yeni sayfayı açar insan. Umutla. Mücadeleyle. Bilinmez semtin sokakları, ilk defa girilecek ev bunların hiçbirini karşılamıyor ki. Başını kaldırdı, bulutlara baktı. Gökyüzünde çift dikiş iz bırakan uçak ne ara geçmiş? Tren camından çok uzakta kayan yıldıza benzer bir uçak gördü. Çocukken yıldızlar kayınca dilek tutardı. Dertler kolayca unutulurdu. Uçağın ardındaki ize diktiği gözlerine ağırlık çöktü.

Evinin sokağında. Hiç ses yok. Ağaçta serçe, balkonda çırpılan halı, saklambaç oynayan çocuklar bile sessiz. Bir iş makinesi çıkıyor sokağın köşesinden. Paletli kepçe. Uzun kolunun ucunda dişlisini sallaya sallaya yaklaşıyor. Yol boyunca evlerin pencerelerinde komşular tek tek belirmiş, hiçbiri şaşkın değil gördüğünden. Tüllerin arkasındaki kara gözler, gizlemeyip ağzını siyah tülbentiyle dolayanlar, hepsi, hepsi parmaklarıyla işte şurada diyor. İşte şu apartman. İkinci kat köşe daire, balkon ipine biber dizili olan. Yankılanan tiz sesleri makineden güçlü. Kepçe onların evine yaklaşıyor. Reyhan, annesi balkonda mı anlayamıyor. Deli gibi koşuyor. Apartmanın kapısına ulaşınca zınk diye önünde duruyor. Karşıda babasının terzi dükkânı, ayakları dikiş makinesinin üzerinde öne geriye gitmekte. Gözlüğü burnunun ucunda, eli kumaşı sabitlemiş. Hiçbir şeyin farkında değil. Reyhan camına taş atıyor, görsün, gelsin, yardım etsin. Kepçeyi gösteriyor ona. Babası elinde bir tomar anahtarla şangır şangır, gözleri onda, kapıyı kapatırken camı titretecek kadar kızgın, dükkân kapısını kilitliyor. Arkasını dönüyor.

Ter içinde uyandı. Haykırmış mıdır? Ya sağa sola çırpınıp durduysa? Yanındaki yolcuya baktı. Kadın, “Korkuttun beni. İyi misin? Kayseri’ye dört saat kaldı,” dedi, poşetinin içinden saklama kabı çıkardı.
“Alır mısın, sigara böreği?”
Yok, dedi. Teşekkürler, aç değilim.
“Al, çekinme, bir deri bir kemiksin. Ye de kuvvetlen.”
Yarım yamalak gülümsedi. Kadın Diyarbakırlıymış, torununu özlemiş. Ona gidiyormuş. Toruna karışmak, kızını görmeye gitmek ne kadar olağan. Sigara böreği sarmak, akşama ne yemek yapılacak telaşına düşmek. Ya da vadesi gelince ölmek. Kimsenin kızı vadenin namlusunu tutup annesine çevirmiyor. Kimsenin kızı anne katili olmuyor. Dili, damağı kurudu. Seher haklı. İlacı azaltmayacaktı.

“Çalışıyor musun?”
“Çalışmıyorum.”
Gözlerini kapadı. Başını pencereye çevirdi. Tamam, çok şey değişmiştir. Ama illa ki bir yerde o da çalışabilir. Sabahın köründe onun da acele adımları kalabalığa karışabilir. Boşa değildi, boşa verilmedi ki bunca kayıp? İşe geç kaldım diye telaş eder ya da babası akşama gelirken, “Eczaneden de ilacımı alıver, dişim sızlıyor,” der. Olamaz mı? Çantasından ilaç kutusunu çıkardı, iki tanesini aynı anda ağzına attı, uyudu.

Gün ağarmış. Yanında oturan kadın ayağa kalktı, eşyalarını toparladı.
“Senin inmeye niyetin yok anlaşılan. Geldik nihayet.”
Reyhan’ın nefesi göğsüne sığmıyor. İçinde ürperti.
“Fark etmemişim.”
“Karşılayanın yoksa biz bırakalım, ister misin?”
“Sağ olun. Dayımlar gelecek.”

Trenin kapısına ilerledi. Uzun yoldan sıkılan yolcular arkasından iteledi. “Acele etseniz,” dediler. Onlara yol verdi. Merdivenden indi. Birini arar gibi sağa sola bakındı. Yolcular ağır çantalarını yüklenmiş, hızla ilerledi.

Ne çok gürültü var. Eski tren garı olsa tanıdık gelirdi gözüne. Trafik lambaları, korna sesleri, minibüsler… Şehir dört dönüyor. Her yer insan, herkes yabancı. Hepsinin gözleri sanki Reyhan’a yapışmış kalmış. Kıyafetine baktı. Hayır, gariplik yok. Kot pantolon, gömlek, süveter, üstünde mont işte. Avuçlarının içi terledi. Eliyle saçlarını yokladı. Yapış yapış bir his. Kulakları uğuldadı. Birileri ona gülüyor mu diye arkasına baktı. Yok. Derin soluk almalı. Yönünü bulmak için Erciyes Dağı’nı aradı. İnsana röper olacak şey lazım. O hiç şaşmaz, yerinde durur. Eskiden burada seyyar satıcılar olurdu. Şimdi yenilenmiş istasyon. Çevresindeki evler, dükkânlar, hiçbiri yerinde yok. Tanıdık yüz yok.

Karşıdalar işte, hepsi orada. Kaç kez söyledi oysa: Kutlanacak şey değil, diye. Dinlememişler. Seher’in başının altından çıkıyor hep. Küçücük arabaya doluşmuşlar meğer. Tek tek inmeye başladılar. “Yavaş, dikkat edin,” dedi. Caddedeki arabaları işaret etti. Babası en önde, hiç yaşlanmamış. Uzun boyu, heybetli omuzları. Saçları simsiyah. Yengesi, dayısı, yeğenler yanında. Mahalleden, liseden, üniversiteden arkadaşları, hatta dergidekiler bile gelmiş. Reyhan’ın başı döndü. Hepsi boynuna sarıldı. Kucaklaştılar.
“Durun, düşüreceksiniz beni.”
Babası, “Eve gidiyoruz,” dedi.
“Hangi ev?”
“Hangisi var mı ev işte?” diye diklendi adam. “Bizim ev. Açsındır inşallah. Yolda sakın bir şey yemedin değil mi? Annen karnıyarıkla pilav yaptı, yanına tel kadayıf. Hem de en kaymaklısından. Balkonda bekliyor.”

Aysun Korkmaz

“Balkonda Nöbet” için 2 cevap

  1. Füsun Uzunoğlu Avatar

    Gerçek gibi başlayıp hayal gibi bitti. Yine de bunlar gerçek olmasa diyorsun. Acı, çaresizlik…

    Usta işi bir yazı 🌷✒️

    Beğen

    1. emineaysun Avatar

      Çok teşekkür ederim

      Beğen

emineaysun için bir cevap yazın Cevabı iptal et