Fabrikaya gelen işçiler, mesaiye başlamadan önce sahlep satan adamın önünde sıraya giriyorlardı. Ali Efendi’nin sahlebi yıllardır hiç değişmeyen sıcaklıkla onları karşılar, tebessümle işlerinin başına yolculardı. Hele beyazlığın üzerine serpilen tarçın güne ayrı bir enerji katardı. Gebze girişindeki fabrikanın kapısı, işçileri ve soğuk sabahları o bildik, güzel kokuyla karşılardı. Ferdi beyazlığın üzerine serpilen baharatın hareketlerini izlemeye bayılırdı. Kâh İstanbul’un Eminönü’sündeki karınca sürüsü gibi hareket eden insanlara benzetirdi, kâh fabrika önlerindeki kalabalığın sabah ya da akşam saatlerinin ruh hâline. Ya da içeride ürettikleri makinelerin vidalarını, yağlarını, penselerin yerini almış mekanik kolların çalışma şeklini anlatırdı. Bir zamanlar o penseleri tutan ellerin sahiplerini mesaiye başlamadan önce özlemle anarlardı arkadaşlarıyla.
Diğerleri gibi o da gece gündüz bitmek bilmeyen araç gürültüsüne aldırmaz olmuştu. Gerçi işe yeni başladıkları dönemlerin lastik kokusu zaman zaman egzozdan çıkan kokuyla buluşup tarçın kokusunu örtmeye devam ediyordu. Ama azalan bir etkisi vardı arabalardan çıkan, havayı kirleten dumanın. Göğe yükselen miktarı da azalmıştı şimdi. Değişen araç şekilleri dışında kimse bunu umursamıyordu. Öte yandan araçların çıkardığı seslerle fabrikanın duvarlarının buluşmasında da bir eksilme yaşanmaktaydı. Oysa asfaltı arşınlayan araç sayısı hiç de azalmamış, tam tersine artmıştı. İstanbul’a Anadolu’dan giriş yaptıran bütün yollarda trafik yoğunluğu kendini daha çok hissettiriyordu. Boğazı çirkinleştiren köprü sayıları da öyle. Bu olumsuzlukları düşünmeyen bir durumdaydı işçilerin çoğu. Düşünmek, yerini telefonlara gelen mesajlara, yapay zekâ bildirimlerine bırakmıştı nasılsa.
Saçlara düşen aklar mıydı buna izin vermeyen, yoksa fabrikalarda yaşanan sessizleşmenin asfaltlara da yansıması mıydı? Yanıtının ne olduğunu bilemiyordu Ferdi. Sessizlik evine de çöreklenmişti. Neredeyse üç yıldır yalnızlığın girdabındaydı. Buna kafa da yormak istemiyordu aslında. Çoğu arkadaşı da benzer durumdaydı. İş çıkışı, fabrikanın çevresinde sonradan kurulmuş sıvasız ve çatısız evlerin arasında, sayıları azalmakta olan kıraathanelerden birine gidiyordu arkadaşlarıyla. Bir zamanların çalışkan ve becerikli ustasının açtığı mekânı tercih ediyor, işten çıkartılmış olan adam kazansın istiyorlardı. Bir bardak çay içiyor, birkaç oyun oynuyorlardı. Ardından herkes ertesi güne hazırlanmak üzere evin yolunu tutuyordu.
Ferdi annesini yitirdiğinden beri evinin duvarlarıyla arkadaşlık kurmaya çalışıyordu. Hayat arkadaşlığı gibiydi ilişkileri. Ne yazık ki kadını üç yıl önce toprağa vermişti. Onu çok özlüyordu. Sıcaklığını, sevgisini. Arada bir onu kızdırdığı durumlar geliyordu gözünün önüne. İkisi de bu oyunu çok severlerdi. Eşini on yıl önce kaybetmiş olan kadının öfke dolu sözlerinin arkasındaki sevgiyi yakalamak Ferdi’nin çok hoşuna giderdi. Yaşamdaki tek tutanağı olan oğlunun savurduğu küfürlerin ardından gelip onu sarması, havaya kaldırıp çevirmesi kadına müthiş bir mutluluk verirdi. Artık yoktu. Semaver annesi kokuyordu. Evin duvarları onun şarkılarını, küfürlerini, kahkahalarını sunuyordu ona. Bir türlü evlendirememişti oğlunu. Bu yüzden “Gözü açık gitti,” demişlerdi komşuları. Rüyaları yaptıkları sohbetlerle doluydu. “Allah hiç gülmez mi?” En son bu soruyu sormuştu duasını tamamlamak üzere olan kadına. O da terliğini savurmuştu Ferdi’ye. Ardından kahkahayı patlatmışlardı. Yoksul evin duvarları da katılmıştı bu kahkaha tufanına.
Yalnızlık dünyasını doldurmaya devam ediyordu. Şimdilerde aynı masayı paylaşanlar bile bu durumlarını cep telefonuyla gidermeye çalışıyordu. Sayısı azalan kıraathanelerin yerini alan kafeler insanları buluşturuyordu ama aynı adımları atmanın, aynı yöne bakmanın keyfi giderek yok oluyordu. Ferdi ve arkadaşları o nedenle ustalarının açmış olduğu yere takılmaktan daha çok haz alıyorlardı. Birbirlerini kızdırmak, oyunlarda hile yapmak ayrı bir keyif vermeye devam ediyordu.
Arkadaşları evlenmesi için baskı yapıyordu genç adama. Erkeksi muhabbetlere maruz kalmak canını sıkıyordu zaman zaman. Ama katlanmayı da beceriyordu. Evdeki yalnızlığını kimseyle paylaşmak istemiyordu Ferdi. Arada bir semaveri havalara kaldırıyor, annesinin çok güldüğü esprileri sıralıyordu. Birlikte söyledikleri türküleri kanepeyle, yemek masasıyla buluşturmak hoşuna gidiyordu. Aslında sesine ses olacak birine ihtiyaç duymaya başlamıştı.
Ev ile fabrika arasında izlediği yolu hiç değiştirmiyordu delikanlı. Yol üzerinde açılan bağlama kursundan gelen sesler ilgisini çekmeye başlamıştı. Sevdiği kadınla birlikte söyledikleri şarkıların tınıları kulağına geldikçe aklı karışıyor, eline bağlama alıp almama konusunda gidip geliyordu. Bir gün iş dönüşü kursa uğrayıp bilgi almak istedi. İçeri adımını atan genç adamı fabrikada türküler söyleyen ama bir türlü ilişkiyi geliştiremedikleri Ruhi karşıladı.
— Ooo, hoş geldin beyim.
— Hoş bulduk Ruhi abi.
— Gel otur. Hangi rüzgâr attı seni buraya?
— Buradan geçerken kulağıma çok güzel sesler geliyordu. Bir bakayım dedim.
— Türkü sevdiğini bilmiyordum.
— Severim. Annemle bol bol söylerdik.
— Toprağı bol olsun. Üç yıl oldu değil mi?
— Evet. Ben de o ezgilerin seslerini duyunca merak edip geldim.
Ruhi hemen bağlamasını eline tutuşturdu Ferdi’nin.
— Hadi, bir tıngırdat bakalım.
Ferdi ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Sonra mızrabı tellere dokundurmasını söyleyen iş arkadaşının dediğini yaptı. Çok hoşuna gitmişti.
— Ben de öğrenebilir miyim?
— Elbette. Bak, kurs sahibi hocamız da geldi. Seni tanıştırayım.
Kursa başlayalı üç ay olmuştu. Hızla öğrendiğini fark eden bağlama ustası, deneyimli olan Neriman’a onunla daha yakından ilgilenmesi için görev verdi. Bir ayağı sakat olan kızın sesi annesinin yanık tonuna benziyordu. Genç kadınla birlikte çalışmaya başladılar. Ders saatinin dışında, bir saate yakın Neriman’la olmak bağlama öğrenmenin ötesine geçen bir duyguyu uyandırmıştı. Esmer, uzun, siyah saçları olan bir kadındı. Annesine benzetmekten kendini alamıyordu Ferdi. “İş kazası,” demişti ayağını göstererek. Oysa Ferdi o konuyla ilgili soru sormamıştı. Sesi insanın yüreğine işliyordu. Ders sonrası evde tekrar çalışmasını yapan genç adam, kaybettiği kadınla buluşmasının yanına ikinci hocasını koymaya başlamıştı. Bu duruma kızsa da elinde bir şey gelmiyordu. Zarif parmakların dokunduğu her telden çıkan sesin yüreğine işlediğini duyumsuyordu. Bu duygudan kurtulmak için semaverden yardım istiyordu. Ama her çabası onun yüreğindeki derinliklere inmesine engel olamıyordu.
“Türküler sadece ağızla söylenmez,” demişti kurs yöneticisi. “Yüreğinizle de eşlik etmelisiniz,” diye eklemişti ardından. Ferdi şarkıları yüreğiyle de söylemeye başlamıştı. Ama sesine karışan diğer sesin giderek her yerini kaplamasına engel olamayacağının bilincindeydi artık.
Arkadaşları ondaki değişikliği fark etmesin diye çok uğraşıyordu. Ama müziğin insanı nereye sürükleyeceğini bilen Ruhi o değişimi yakalamıştı. Daha derine inmesi için elinden gelen her şeyi yapmaya başlamıştı. Ferdi bir gün Neriman’a çalışma sonrasında Kadıköy’e gitmeyi teklif etti. Düşündüğünün tersine “Evet,” yanıtını alınca sevinçten ona dokunmamak için kendini zor tuttu. Annesi gibi onu havalara kaldırıp çevirmek istiyordu ama bu her şeyin sonu olabilirdi. Sonuçta Kadıköy herkesindi. Yaşlısının, gencinin, tutunacak dalı olmayanların, âşığın, evlisinin, bekârının buluşma noktasıydı. Erken bir sevinç olabilirdi. Ama hocasının kursun ilk günlerinde söyledikleri aklına geldikçe heyecanı doruğa çıkıyordu. “Türkü birisiyle söylendiğinde insanın yüreğine daha fazla güzellik katıyor,” demişti yaşı geçkin, deneyimli adam. Bu söz hoşuna gitmişti. Kadıköy’de tüm cesaretini toplayacak ve ona yönelik duygularını açacaktı.
Belki de Neriman da birlikte türkü söylemeyi arzuluyordu.
HAMİT ERGÜVEN

Biray OKUMUŞ için bir cevap yazın Cevabı iptal et