Öykünün Cinleri


“Öykünün cinleri düşlerime musallat olurken Razıel, kulağıma kadim bir kelime fısıldadı…
Vee Selmera, geceyi mor bir hüzne sardı…”


Öykünün cinleri dolandı gecede
kırık bir saat kulesinin
dilsiz çanlarında beklediler zamanı.

Her harf
tılsımdı kalemin ucunda,
fısıltıyla doğdu kelimeler
ve suskunlukla mühürlendi.

Sayfalar arasında gezindiler çıplak ayakla,
unutulmuş çocukluk rüyasında,
tozlu raflarında büyüdüler —
büyülendik.

Kimi, aşkı çaldı satırdan,
kimi, korkuyu dokudu
karanlık hecelere;
ve her biri bir hikâyenin
görünmeyen sahibiydi aslında.

Biri,
sessizliğin ciniydi;
gözlerinde uykusuz kelimelerle dolaşırdı
gecenin orta yerinde —
iç çekişleri tırmalardı duvarları.

Bir diğeri,
pişmanlığın gölgesiydi.
Her okunan mektupta
yeniden doğdu
ve her son satırda öldü.

Aşka dokunanı da vardı:
ince parmaklarıyla
kalplerin camını buğulayan,
bir bakıştan şiir üretirdi,
bir gülümsemeden yıkım.

Ve vardı biri:
adı Seraph
zamanın unuttuğu bir dilde
“gölgeyle konuşan” melekti.
Kehanetlerin külünde doğmuş,
kayıp uygarlıkların yasını tutardı
göz kapaklarıyla.

Bir diğeri:
Ankûra
rüyaların bekçisiydi.
Uyuyan çocukların saçlarına dokunan,
onların düşlerinden
yeni evrenler kurardı;
ama her sabah
yeryüzüne düşmeden kaybolurdu.

Kelûm…
bir zamanlar yıldız tohumları eken
ateş ciniydi.
Bir tanrının nefesinden doğmuştu,
bir kıtanın düşüşüne tanıklık etmişti.
Geceleri hâlâ yanar
terk edilmiş tapınakların çatısında.


Toplandılar…
Kayıp Kitaplar Meclisi’nde
yedi kapılı bir zindan
ve sonsuz bir aynalık içinde.

Serûh ilk konuştu:
“Zaman, insanın yalanıdır.
Ona sadakat gösteren,
kendi sonuna mühür basar.”

Ankûra gözlerini kapattı,
bir rüyadan rüya çekerek…
“Unutanlar için yeni düşler gerekir;
yoksa karanlık
sadece karanlık kalır.”

Kelûm’un sesi,
sönmüş bir yıldızın küllerinden geldi:
“Ateş olmadan yazgı okunmaz.
İlk kıvılcım kayboldu,
şimdi biz yazacağız külleriyle kaderi.”

Ve ortada…
boş bir sandalyede
hiç gelmeyecek bir cinin yeri vardı:
İnsan.

Çünkü hiçbir öykü,
kahramanını tanımadan yazılamazdı…

Ama mecliste bir fısıltı yayıldı:
sözlerin arkasında yürüyen bir gölge.
Adı Varşal
unutulmuş dillerin yıkıcısıydı.
O, kelimelerin doğasına ihanet etmiş,
ölü harflerden silah dökmüştü.

“İnsan gelmeyecek,” dedi Varşal.
“Çünkü insan zaten burada.
Bize benzemeye başladı artık —
unutuyor, bölüyor, yakıyor.”

Diğerleri sustu.
Serûh’un alnında çatlayan bir çizgi gibi
geçmişin yankısı döküldü ortalığa.

“Sen,” dedi,
“sonsuzluğu bile tutsak ettin.
Şimdi zamanı da çalmaya geldin.”

Varşal gülümsedi.
Avuçlarında küllerden bir kitap tuttu:

“Bu, son öykü.
İçinde ne tanrı var, ne cin…
Sadece insan ve kendi karanlığı.”


Boş sandalye hâlâ oradaydı.
Yedi varlık bekliyordu:
kimi dizlerinde sessizliğin yükünü taşıyor,
kimi son harfini kalbinde tutuyordu.
Kül, ağırdı…

Seraph, göz kapaklarını son kez araladı:

“Zaman sarktı.
Kelimeler artık eski dillerde ağlamıyor.
Bizi kim hatırlayacak?”

Ankûra başını eğdi,
bir çocuğun rüyasından düşüp yere çarpan yıldız gibi:

“Ben hâlâ bekliyorum.
Ama artık uykular delik deşik.
Rüyaların sesi yok…”

Kelûm, alevsiz bir sıcaklıkla konuştu:

“Ateşi getirdik.
Ama onlar külde eğleniyor.
Kıvılcımı yutan gözlerle
yeni bir dil kuramazsın…”

Serûh, sustu…
Sessizliği mühür gibi alnına bastı.
Zaman geriye değil, içe bükülmeye başladı…

Ve Varşal,
avuçlarındaki külden kitabı kapattı:

“İnsan gelmeyecek,” dedi.
“Çünkü insan zaten burada.
Ama içindeki cin uykuda.
Ve biz, artık ona masal değil —
ayna sunuyoruz…”


O anda sandalye çatladı.
Ahşabı değil, bekleyişi kırıldı.
Ve küllerinden doğan bir harf
göğe yükselmedi —
aşağı indi.

Bir çocuğun avcuna…

Çocuk, gözlerini yeryüzüne değil
boş bomboş deftere çevirdi.
Hiçbir şey demedi hiç.
Ama parmaklarıyla ilk defa
şekil çizdi:
Harf gibi değil, anlamlar gibi…


Kitap açıldı.
Sayfalar hâlâ boştaydı.
Ama tozlu satırlar arasında
gizli gizli kıpırtı başladı.

Yeni bir varlık, henüz adı konmamıştı.
Yazının doğurduğu bir şeydi bu:
ne cin, ne melek,
ne insan, ne unutuş…

Sadece bir fısıltı:

“Ben buradayım.
Ve anlatmaya hazırım…”

Kitap, çocuğun ellerinde hafifledi.
Küller savruldu.
Ve gökyüzünde olmayan yerde
yeni bir alfabe doğdu.
Her harfi bir iyi duyguya,
her kelimesi bir karara dönüştü…


Öykünün cinleri kaybolmadı.
Sadece kelimeye dönüştüler.
Ve her insan,
yeni harflerle
kendi karanlığını yeniden yazmaya başladı…

İşte böylece öykümüz sonsuzlukla kapanmadı:
Son yoktur, insan yazıyorsa…


Burcu Türker

“Öykünün Cinleri” için 6 cevap

  1. emineaysun Avatar

    Okudukça uçurdu dizeler beni. Muhteşem. Eline sağlık Burcu.

    Liked by 2 people

  2. Füsun Uzunoğlu Avatar
    Füsun Uzunoğlu

    Burcu’cum, tekrar tekrar okumak isteyeceğim bir şiir/nesir. Düşüncene, imgelemine “taş değmesin”

    Liked by 2 people

  3. fotoayda Avatar
    fotoayda

    Burcu düşüncene, emeğine sağlık. Çok katmanlı olmuş.

    Liked by 2 people

  4. burcuturker7 Avatar
    burcuturker7

    Çok teşekkürler 🌸🙏🍀🌸💐🌹

    Liked by 1 kişi

  5. clearmeerkat6f4c923249 Avatar
    clearmeerkat6f4c923249

    Müthiş bir şiir, kalemine yüreğine sağlık Burcu.👏👏

    Liked by 2 people

  6. mesimeunalmis.com Avatar

    Kaleminize sağlık.

    Liked by 1 kişi

clearmeerkat6f4c923249 için bir cevap yazın Cevabı iptal et

Previous Post
Next Post