Kimi, aşkı çaldı satırdan, kimi, korkuyu dokudu karanlık hecelere; ve her biri bir hikâyenin görünmeyen sahibiydi aslında.
Biri, sessizliğin ciniydi; gözlerinde uykusuz kelimelerle dolaşırdı gecenin orta yerinde — iç çekişleri tırmalardı duvarları.
Bir diğeri, pişmanlığın gölgesiydi. Her okunan mektupta yeniden doğdu ve her son satırda öldü.
Aşka dokunanı da vardı: ince parmaklarıyla kalplerin camını buğulayan, bir bakıştan şiir üretirdi, bir gülümsemeden yıkım.
Ve vardı biri: adı Seraph… zamanın unuttuğu bir dilde “gölgeyle konuşan” melekti. Kehanetlerin külünde doğmuş, kayıp uygarlıkların yasını tutardı göz kapaklarıyla.
Bir diğeri: Ankûra… rüyaların bekçisiydi. Uyuyan çocukların saçlarına dokunan, onların düşlerinden yeni evrenler kurardı; ama her sabah yeryüzüne düşmeden kaybolurdu.
Kelûm… bir zamanlar yıldız tohumları eken ateş ciniydi. Bir tanrının nefesinden doğmuştu, bir kıtanın düşüşüne tanıklık etmişti. Geceleri hâlâ yanar terk edilmiş tapınakların çatısında.
Toplandılar… Kayıp Kitaplar Meclisi’nde yedi kapılı bir zindan ve sonsuz bir aynalık içinde.
Serûh ilk konuştu: “Zaman, insanın yalanıdır. Ona sadakat gösteren, kendi sonuna mühür basar.”
Ankûra gözlerini kapattı, bir rüyadan rüya çekerek… “Unutanlar için yeni düşler gerekir; yoksa karanlık sadece karanlık kalır.”
Kelûm’un sesi, sönmüş bir yıldızın küllerinden geldi: “Ateş olmadan yazgı okunmaz. İlk kıvılcım kayboldu, şimdi biz yazacağız külleriyle kaderi.”
Ve ortada… boş bir sandalyede hiç gelmeyecek bir cinin yeri vardı: İnsan.
Çünkü hiçbir öykü, kahramanını tanımadan yazılamazdı…
Ama mecliste bir fısıltı yayıldı: sözlerin arkasında yürüyen bir gölge. Adı Varşal… unutulmuş dillerin yıkıcısıydı. O, kelimelerin doğasına ihanet etmiş, ölü harflerden silah dökmüştü.
“İnsan gelmeyecek,” dedi Varşal. “Çünkü insan zaten burada. Bize benzemeye başladı artık — unutuyor, bölüyor, yakıyor.”
Diğerleri sustu. Serûh’un alnında çatlayan bir çizgi gibi geçmişin yankısı döküldü ortalığa.
“Sen,” dedi, “sonsuzluğu bile tutsak ettin. Şimdi zamanı da çalmaya geldin.”
Varşal gülümsedi. Avuçlarında küllerden bir kitap tuttu:
“Bu, son öykü. İçinde ne tanrı var, ne cin… Sadece insan ve kendi karanlığı.”
Boş sandalye hâlâ oradaydı. Yedi varlık bekliyordu: kimi dizlerinde sessizliğin yükünü taşıyor, kimi son harfini kalbinde tutuyordu. Kül, ağırdı…
Seraph, göz kapaklarını son kez araladı:
“Zaman sarktı. Kelimeler artık eski dillerde ağlamıyor. Bizi kim hatırlayacak?”
Ankûra başını eğdi, bir çocuğun rüyasından düşüp yere çarpan yıldız gibi:
“Ben hâlâ bekliyorum. Ama artık uykular delik deşik. Rüyaların sesi yok…”
Kelûm, alevsiz bir sıcaklıkla konuştu:
“Ateşi getirdik. Ama onlar külde eğleniyor. Kıvılcımı yutan gözlerle yeni bir dil kuramazsın…”
Serûh, sustu… Sessizliği mühür gibi alnına bastı. Zaman geriye değil, içe bükülmeye başladı…
Ve Varşal, avuçlarındaki külden kitabı kapattı:
“İnsan gelmeyecek,” dedi. “Çünkü insan zaten burada. Ama içindeki cin uykuda. Ve biz, artık ona masal değil — ayna sunuyoruz…”
O anda sandalye çatladı. Ahşabı değil, bekleyişi kırıldı. Ve küllerinden doğan bir harf göğe yükselmedi — aşağı indi.
Bir çocuğun avcuna…
Çocuk, gözlerini yeryüzüne değil boş bomboş deftere çevirdi. Hiçbir şey demedi hiç. Ama parmaklarıyla ilk defa şekil çizdi: Harf gibi değil, anlamlar gibi…
Kitap açıldı. Sayfalar hâlâ boştaydı. Ama tozlu satırlar arasında gizli gizli kıpırtı başladı.
Yeni bir varlık, henüz adı konmamıştı. Yazının doğurduğu bir şeydi bu: ne cin, ne melek, ne insan, ne unutuş…
Sadece bir fısıltı:
“Ben buradayım. Ve anlatmaya hazırım…”
Kitap, çocuğun ellerinde hafifledi. Küller savruldu. Ve gökyüzünde olmayan yerde yeni bir alfabe doğdu. Her harfi bir iyi duyguya, her kelimesi bir karara dönüştü…
Öykünün cinleri kaybolmadı. Sadece kelimeye dönüştüler. Ve her insan, yeni harflerle kendi karanlığını yeniden yazmaya başladı…
İşte böylece öykümüz sonsuzlukla kapanmadı: Son yoktur, insan yazıyorsa…
mesimeunalmis.com için bir cevap yazın Cevabı iptal et